Pages

August 6, 2014

Afedersiniz tıpış-tıpış gideceğiz...

Benim iki dedem vardı, ikisini de kaybettik.
Annemin babasına Dede, babamın babasına da Büyükbaba derdik.

Dedem Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilk yıllarında bursla yurtdışında üniversite tahsili için yolladığı sayılı kişilerden birisi. Vatana döndükten sonra da ömrünün sonuna kadar önce madenlerde, sonra bürokraside ve en son da Üniversite hocası olarak ülkesinin ona verdiklerini kat kat ülkesine kazandırmış bir insandı. Ben sadece hayal meyal TKİ Genel Müdürlüğü zamanını, ODTÜ'de ders verdiği zamanları ise çok net, derslerinde anfilerin nasıl dolup taştığını ve her dönem sonunda öğrencilerin hocalara verdiği karnelerde nasıl bir yıldız olduğunu hatırlıyorum. Öğrencilerinin de, zamanında birlikte çalışmış olan herkes gibi ona hayranlıkla bağlılığı çok normaldi, çünkü hem çok derya deniz bilgili hem de herkesle çok nazik, dost ve mütevazi idi. Arada yasin de okurdu, sesi güzel hocalardan mevlid dinlemeyi de severdi, ünlü alman klasik bestecileri de, ama en çok Bing Crosby şarkılarını severdi. Ne zaman bir Fred Astaire, Frank Sinatra veya Doris Day filmi görsem, hep dedemle izlediğimiz siyah beyaz eski filmler aklıma gelir. Bir de "Oh My Darling Clementine" çalınca. Onu çok seviyorum ve her gün özlüyorum. Kardeşim de öyle, şimdi ODTÜ'lü olduğunu göremediğine çok üzüldüğüm kuzenim de.

Büyükbabam asker adamdı. 3 tane erkek çocuk yetiştirmiş, daha mesafeli daha köşeli görünürdü. Cak-cak sakız çiğnememize kızardı mesela, biz yaz günlerinde bütün kuzenler babaannemlerde toplanıp azıp kudurduğumuzda başım şişti susun derdi. Ama bizi elimizden tutup mahalledeki parka hep o götürürdü, gazoz dondurma ne istesek alırdı hasta olacaksınız iştahınız kapanacak demeden. Saatlerce orda oynamamızı bekler, bazen yolun karşısındaki orduevinde oturan arkadaşları, bazen de yolun diğer tarafındaki camide her öğlen namaz kıldığı arkadaşları ile sohbet ederdi o çocuk parkında. Dimdik çakı gibiydi, yaşlandıkça yumuşacık tatlı bir insan oldu, aslında hep tatlıydı, aldığı terbiye öyleydi. Biz Atatürk'e değişmez ve tükenmez bir bağlılıkla sevmenin, günde 5 vakit namaz her yıl bir ay oruç tutmakla nasıl bir arada olabildiğini Büyükbabam'dan gördük hep büyürken. O yüzden ne zaman dindarlıkla laiklik arasında kalmışız gibi tartışmalar olsa, "dindarlık"la "dinci"liğin farkını küçücük yaşta bize suyla zeytinyağ gibi ayrıldığını yaşayarak gösteren büyükbabamı hatırlarım. 3 oğlundan olan 5 kız torunu, hepimiz onu çok özlüyoruz.

Bütün bunları niye anlattım?
Çünkü onları çok özlüyorum.
Bugün tartışılan her şeyin içinde onları özlüyorum.

Sanki dindar olmak bilgiyi medeniyeti yok ediyor, sanki yurtdışında okumuş eğitilmiş yaşamış olmak milliyetçiliği öldürüyor, sanki oruç tutup namaz kılınca dindar değil de dinci olunuyor, sanki milliyetçi olununca beraber huzur içinde yaşadığımız insanlarla arkadaşlarımızla dostlarımızla aramızda çekişme ve kavga olması gerekiyor. Sanki Atatürkçü olununca dinin yanına yanaşmamak gerekiyor, sanki dindar bir insansan eğer mezhebine göre yaşaman ve dayatman gerekiyor, sanki Atatürkçüysen yasin okunmaz, eğer dindarsan Beethoven Mozart dinlenmez. 

Sen kendini onca yetiştir, dünyayı oku, bir dünya kitap yaz, sonra meydanlarda yalan haykırmaktan başka meziyeti olmayanlarla bir tutulup "O da dinci o da, ne farkları var ki...!" yaftasına maruz kal. Dünyada, özellikle de dünyanın kalbinin attığı bölgelerde bunca nüfuzlu ve sözü dinlenir ol, iğne deliğinden fil geçirir gibi anlaşmalara, uluslararası beyanatlara belgelere imza koydur, sonra sen gel kendi ülkende bir hırsızla, uğursuzla bir tutul. Sizin gönlünüz bunlara razı geliyorsa diyecek birşeyim yok.

Adaylığının açıklandığı ilk günlerde kendisine olan tüm antipati ve çekincelerimden utanıyorum şu an. Çünkü bu ilkede bu çirkefin içinde yaşaya yaşaya ben de unutmuşum muhafazakar ve demokrat, dindar ve Atatürkçü, kendi milliyetini seven ve tüm kesimlere azınlık veya çoğunluk, sevgi ve saygıyla yanyana güçlü durmayı bilen insanlar olabildiğini.

Konuşmalarının içinde Almanca veya İngilizce kelimeler geçen, ama hala Niğde aksanı zaman zaman hissedilen bilim insanı bürokrat dedem Hasan Hüseyin Mumcu ve  hem Atatürkçü hem de çok dindar Emekli Albay büyükbabam Reşat Şevki Kurultay, 15 günde bir Ankara'da Papazın Bağı'nda buluşup anneannem ve babaannem örgü örerken, tavla oynarlar muhabbet ederlerdi. Şimdi bugünleri yaşasalardı ne konuşurlardı çok iyi biliyorum.

Geçenlerde bir Yunan kadının bize söylediği ikinci cümlenin "Başbakanınız sanırım şizofren, içindeki farklı kişilikleri bastırmak için ilaç kullanıyor olmalı, sizin için her gece dua ediyorum" dediğini anlatırdık onlara. Ne kahırlanırlardı kim bilir... Ne günlere kaldık, bu ne kepazelik derlerdi.

Oylarının güvenle Türkiye'ye ulaşabilmesi için uçakta sandıklara eşlik edecek müşahitlere gerekli uçak parası sağlanamadığı için sadece AKP'lilere emanet gelmsine müsade etmeyen, 2 saat içerisinde her eyaletten birer müşahit için gereken parayı aralarında toplayıp uçağa oylarını güvenli birisi olmadan teslim etmeyen Amerika'da yaşayan Türk vatandaşlarının hikayesini duyunca kesin onların da gözleri dolardı mesela... "Vay be!" derlerdi, aslan gibi çocuklarmış, var olsunlar. Biz burada binlerce kilometre uzaktayız, ülkenin başına ne gelirse gelsin bize ne dememişler, oylarının vatanlarının kıymetini bilmişler, helal olsun derlerdi.

İkisi de yazlıkta da kullanacak olsalar Ankara'da da, giyerlerdi güzel güzel elbiselerini, giderlerdi sandığa, dua ederek ya da vatana hayırlı olmasını dileyerek atarlardı.

Oy kullanmaya tatil yüzünden gitmeyecek olanlara kalkıp akıllı telefonundan bilet rezervasyonu yaptırtana kadar nasihat ederlerdi. Sandığa gideceğim ama tepkimi boş oy kullanarak vereceğim pusulanın üzerine tek Cumhurbaşkanı var o da Atatürk yazacağım diyenlere her şeyi en baştan sakin sakin anlatıp biraz su falan  içirirlerdi. Ben boykot ediyorum diyene biraz tarih, biraz tecrübe anlatırlardı. "Biz bugünlere boykotla gelmedik, siz boykot ede ede nerelere getirmişsiniz böyle" derlerdi.

Uzun lafın kısası, benim oyum Dedem ve Büyükbabamın karması olarak gödüğüm Ekmeleddin İhsanoğlu'na. Onun bizim için, özellikle de bugünün politik ve coğrafi vaziyetinde bulunmaz bir değer ve nimet olduğuna inanıyorum. Benim oyum hem dindar hem medeni ve bilimi önde tutan Ekmel Hoca'ya. Pazar günü sabah 5'ten gece YSK'ya çuval götürdüğümüz saate kadar gözüm kulağım aklım ve kalbim tamamen kurtuluşumuz için okyanusta bir su damlası olabilmekte.

Sizler de, açık büfe gibi her zevke uygun adayın olduğu rüya gibi günler hayalindeyseniz, kalkın da oy verin. Oturarak kime oy verdiğinizi unutmayın.

Yoksa daha da kötüsü, afedersin tıpış tıpış gideceğiz bir yerlere hepimiz... 

6 Ağustos 2014, Çarşamba
İstanbul  

No comments:

Post a Comment